Gezgin Ruh
- Serdar Anıl

- 3 Kas 2024
- 3 dakikada okunur

Mavi sarı ve hafif serin olsa dahi, yazdan kalma diyebileceğimiz bir günde rota Rodos. Marmaris'ten çözdük bağları, bıraktık palamarı ve aktık Ege' ye, ki aslında buralarda başlar Akdeniz. Hava neredeyse sıfır, denizde ufak bir sürüyü çevirip mideye indiren bir diğer kabadayı sürüsü ve tepedeki avcı martılar dışında neredeyse hiç hareket yok. Sükunet ve suhulet içerisinde, teknemiz neta rüzgarımız kolayımızda motor yelken seyirdeyiz. Kabaca dört, bilemedin beş saat dümen tutacak bu iki adam. Zamanın ucu açık ve hiçbir mecburiyet yokken gezebilmek, gezgin olarak yaşayabilmek mükemmel.
Biz insanlar başlangıçtan beri, her zaman gezgindik ve bugün tanımı değiştirmiş bile olsak, gezginlik kanımızda hep var.
İlk insansı türlerin günümüzden yaklaşık iki buçuk milyon yıl önce Afrika'da ortaya çıkmasından başlayarak, çok uzun süre avcı ve toplayıcı olduk. Tarımı ve hayvancılığı bilmiyorduk, doğa bize ne sunarsa ve yine bulabildiğimiz kadarıyla onu toplar, becerebildiğimiz kadarıyla onu avlar ve onunla yaşardık. Mevsime bağlı yaşam şeklimizle göçebeydik, ulaşabildiğimiz sınırlı kaynaklar sebebiyle küçük topluluklar halinde yaşar, basit aletler yapardık. Ancak emin olun bugüne göre çok daha eşitlikçi bir sosyal yapıya sahiptik. Mülkiyet fikri henüz gelişmekte olduğu için sosyal farklılıklar hemen hemen hiç yoktu.
Yaşam alanlarımızı iyi tanır; ormanları, koruları, mağaraları, gölleri ve nehirleri iyi bilirdik. Çevremizde kilometreler boyunca uzanan coğrafyayı, bitki örtüsünü ve hayvan sürülerini çok iyi takip ederdik. Meyveler olgunlaşınca veya hayvanlar göç ederken hemen orada oluverir, kurmuş olduğumuz tuzaklarımızı kontrol ederdik. Birlik olmanın faydalarıyla da tanıştık elbette; avlanırken, ailemizi ve gezgin grubumuzu saldırgan hayvanlardan korurken veya doğa ile savaşmak zorunda kaldığımız zamanlarda.
Var olabilmek için aletler geliştirdik, yani teknolojiyi yarattık ve kullandık. Becerilerimizi çocuklarımıza ve diğerlerine öğrettik. Daha çok yemişin olduğu, daha çok ve kolay av bulabildiğimiz, daha huzurlu olduğumuz ve iklimi yaşamamıza daha uygun olan yerlere göçer olduk ve her defasında her şeye yeniden başlamaktan hiç korkmadık, çekinmedik. Korkusuzca, kaygısızca ve dilediğimizce bu mavi gezegene yayıldık.
Modern insanın atası Homo Sapiens günümüzden üç yüz bin yıl önce Afrika'da evrimleşmeye ve yine günümüzden seksen bin yıl önce de dünyanın kalanına doğru yayılmaya başlayınca, beraberinde tarihin akışı da değişmeye başladı. Günümüzden on ila on iki bin yıl öncesine gelince, ki iki buçuk milyon yıllık tarihimizin tümünü düşünürsek bir göz açıp kapatmak kadar kısa bir zaman içinde, avcı ve toplayıcı yaşam tarzı, Neolotik dönem tarım devrimiyle birlikte yavaş yavaş terk edildi. Mezopotamya'dan başlayarak atalarımız yerleşik hayata geçmeye; barınaklar inşa etmeye, tarım yapmaya, bugünün yanında yarın için de çalışmaya ve hayvanları evcilleştirmeye başladılar. Böylece mülkiyet duygusu daha da şekillenir olmaya ve mahşerin dört atlısının yollarının taşları tane tane dizilmeye başladı yavaş yavaş.
Anlayamadığımız, kontrol edemediğimiz, başa çıkamadığımız veya korktuğumuz şeyleri açıklamak veya onlardan korunmak için, farklı tasvirlerde ilahi güçler yarattık, onları olunmaz yerlerde; göklerde, dağların zirvelerinde, denizlerde ve bazende yer altında yerleştirdik ve hatta bazen aileler şeklinde bile yaşattık. Bu tanrılar bizlere mesajlar gönderdiler, bizlerle sohbet ettiler, seviştiler, işlerimize karıştılar ve hatta baştan bile çıkarttılar bazılarımızı.
İnsanoğlu yerleşik düzene geçti geçmesine ama, keşfetme sevda ve kapasitesi binlerce yıl boyunca hiç eksilmedi ruhundan ve bu uğurda canını tehlikeye atmaktan da hiç ama hiç çekinmedi. Keşfetme dürtüsü dayanılmaz bir hal almaktaydı ve bir koca gezegen, tüm bilinmezliği ve belkide bilinirliğiyle gözler önüne seriliyordu. Zira herşey, sadece muhteşem Yunan ve Roma' dan ibaret ve onlar haricinde olan herkes akılsız, vahşi barbarlar değildi. Bu barbarlar en az onlara barbar diyenler kadar zeki olabiliyor, medeniyetler kurabiliyor ve bir takım şeyleri daha önce öğrenmiş olabiliyorlardı.
Avrupa vardı evet ama, Asya ve Afrika tahminlerin ötesinde, beklenmediği kadar büyük ve zengindi. Yeni, farklı ve henüz bilinmeyen topraklar, halklar ve hatta kıtalar vardı. Avrupa henüz bilmiyordu ama Asyalılar çok eskilerde gitmişler ve yerleşmişlerdi bile oralara.
Yaklaşık on bir bin beş yüz yıl önce son buz çağında, Asya'lılar Sibirya üzerinden buz tutmuş deniz üzerinde yürüyerek Alaska'ya ve bin yıl sonra ise Güney Amerika kıtasının en güney ucu Tierra del Fuego' ya kadar ulaştılar. Endonezya'lılar kanolarıyla Pasifik okyanusuna açıldılar, Borneo'lular Madagaskar'a ulaştılar, Mısır'lı ve Libya'lı deniziciler ise Afrika kıyılarını dolaştılar. Koca Çin filosu Hint okyanusunu aşıp Zanzibar'da üs kurdu, Ümit burnunu aşıp Atlas okyanusuna ulaştılar.
Kendilerini insanoğlunun kurduğu medeniyetin beşiği ve yaratıcısı olduklarını düşünenlerin gemileri ilk olarak on beş ve on yedinci yüz yıla yeni çoğrafyalara yelken açtılar. Sonraki yıllar boyunca kâşifler, seyyahlar ve maceracılar arasında bir yarıştır başladı. Her iki koca okyanusta, bugün bakıldığında ilkel denilebilecek imkanlar içinde bir keşif yarışı ve pek çok defa yaşamlar hiçe sayılarak. Böylelikle elimizde mızrak, çantamızda erzakla bir kaç milyon yıl önce yola çıktığımız Doğu Afrika’dan bugüne kadar, soluk mavi gezegenimizin her köşesine yayıldık.
Böyle demek belki çok doğru değil aslında. Dünyamızın büyük bölümünün denizlerle kaplı olduğu ve henüz inilmemiş veya bir başla deyişle yeterince öğrenilmemiş pek çok derinler var daha bu mavi gezegende.
Meraklı ve gezgin ruhlu insan, her ne kadar bu gezegenin hemen her köşesine gittiyse veya denizlerindeki pek çok derin çukura indiyse dahi, şimdi o insanın hedefinde teleskoplarının yıllardır yolculuk yaptığı uçsuz bucaksız uzay var.
Başı çok defa belaya girse dahi insan böyledir, merakı asla doymayan bir gezginin ruhuna sahiptir. Dedik ya; gezgin ruh kanımızda var.







Yorumlar