top of page

İlk Şehir Çatalhöyük

  • Yazarın fotoğrafı: Serdar Anıl
    Serdar Anıl
  • 7 Kas
  • 4 dakikada okunur
ree

Kabile küçüktü, nüfusu azdı, çoluk çocuk derken ancak yüz kişiydiler. Aslında aileler o zamanlar daha fazla da büyümezdi zaten, hadi hadi en fazla otuz beş yaz, zar zor görürdü insanlar. Süre kısa ama yorucu ve yıpratıcı, her gün mücadele, uğraşı ve ağır emek gerektiriyor.


Uzun tartışmalar ve titiz hazırlıklar sonunda, o sabahın ilk ışığında yola koyuldular. Hava serin, ay daha yeni yeni sönmüş, arkadakiler toz yutarken ayak izleri tanıdıkları yerlerden uzaklaşıyordu. Her adım zorlayıcı ve yorucu, hele hele geride bıraktıkları köyün, dağların ve kırların kokusu şimdiden özlem biriktiriyordu bile. Geçmişin alışmışlıkları ve önlerinde uzanan bilinmezlik yürüdükçe birbirine karışıyordu.


Kabilenin yüreğinde kaygı, heyecan ve umut aynı ateşin etrafında toplanmış avcılar gibiydiler. Birbirlerine bakıyor ve geceyi paylaşıyorlardı. Gözlerde beliren titreme cesarete dönüşüyor, el hareketleri sessiz birer antlaşmaya evriliyordu. Günlerce yürüdüler, durmadan ilerlediler, sonunda uzakta taş tepeleri ve sık dizilmiş kerpiç ev yığınlarının bulutların arasındaki çizgisini gördüklerinde durdular. Önlerinde o günün, Neolitik çağın ilk şehri, bugünün eşsiz mirası Çatalhöyük vardı. Onları uzaklardan sessizce çağıran kaderlerine sonunda varmışlardı.


Oraya göç etmek için sebepleri çoktu; sulak, verimli topraklar, düzenli ve sürekli ekim olanakları, hasadı depolama imkânı, yani beslenmenin sürekliliğini sağlayan her türlü güvence. Toprağın bereketi ve sulak arazi bir hediye gibiydi; ekim için gereken mevsim düzeni, kurak bir yılın korkunç dehşetini hafifletebilecek bir koruma sunuyordu. Evlerin bitişik dizilimi, birbirine yaslanmış olması, insanların yan yana çalışmasına, zanaat ve ticaretin doğmasına, daha eşitlikçi bir düzenin kök bulmasına izin veriyordu. Duvarların birbirine değdikçe ortak yaşam biçimleniyordu.


Ademoğlunun mülkiyet dürtüsü şehirdeki kimi kabileleri daha güçlü kılabilse de büyük bir tehdit olmadığı sebeple çıkarlar ortak oluyordu genellikle. Paylaşım, zor zamanların ilacıydı ve kaynaklar akıl ile dağıtılırdı. Topluca yaşamanın sağladığı güven, kabileleri dış tehditlere ve kıtlık baskılarına karşı dayanıklı kılıyordu. Kalabalığa katılmış olmak barış ittifakları, yeni bağlar ve sosyal ilişkiler kurma fırsatı demekti. Birlikte olmak, yalnızlığın ve korkunun panzehriydi. Bunu yaşamak öğretmişti.


Şehirdeki dini tören alanları, ortak inançlar insanları çekiyordu. Dinin manevi ağırlığı, bazen en somut ihtiyaçtan bile güçlü bir gereklilik ve çekim yaratıyordu. Bu şehre yerleşmek ve yaşamak yalnızca maddi kazançlarla ölçülmüyor, manevi destek ve bir ait olma hissinin tatminini de veriyordu. Bu konular elbette yazılmıyor, konuşulmuyor ve ancak sadece hissediliyor ve düşünülüyordu.


Matematik her şeydir, yaşamın kendisidir. Anlatmaktır, duymaktadır, dinlemektir, karşılaştırabilmektir ve nihayetinde ise anlamaktır. Gelin bir hesap yapalım.


Bugün ülkemizin toplam nüfusu yaklaşık seksen altı milyon kişiyken, İstanbul’un ise yaklaşık on altı milyon kişidir. Yani bu dev ve dünyaca ünlü ve önemli, göz bebeğimiz, iki imparatorluğun başkenti olan yedi tepeli şehir tüm ülkemiz nüfusunun yaklaşık yüzde on dokuzudur ve kendisi sahnededir her daim.


Günümüzden dokuz bin beş yüz yıl önce ise, Çatalhöyük nüfusu tahminen yaklaşık olarak sekiz bin kişiye ulaşmıştı. Yukarıdaki gibi benzer bir hesapla bu sayının çok daha fazla anlam kazandığı görülecektir. O dönemin Anadolu nüfusunun yaklaşık elli bin kişi olduğu tahmin edilmektedir. Dolayısıyla bu şehre ait nüfusun Önasya nüfusuna oranı, yaklaşık olarak yüzde on altıdır.


Burada yapacağımız, dokuz bin beş yüz yıl aralığa sahip iki oranın beraber karşılaştırmasıdır. Böylelikle; bugünün bilgisiyle geçmişe bakınca, Çatalhöyük şehrinin ne kadar önemli olduğunu ve aynı zamanda ne kadar güçlü bir toplumsal çekim alanı yarattığını da görecek ve taşlar kafalarda yerlerine daha rahat ve doğru oturacaktır.


Yerleşim, Konya Ovası civarında kurulmuştu ve yaklaşık yüz yetmiş sekiz bin beş yüz metrekare alana, ki yaklaşık olarak yirmi beş futbol sahası büyüklüğüne yakın, kurulmuş insanlık tarihinin ilk şehridir. Bu ölçü, o çağ için hemen bir şehir kimliği tanımlar.


Yeni gelenler hemen öyle kolayca kabul edilmezlerdi şehre. Önce bir evin etrafında toplanır, kısa konaklamalar ve ortak işler aracılığıyla ev düzenine ve şehir yaşamına alışırlardı. Bu süreç, topluluğun bir çeşit alışagelmiş kabul aşamaları sayılabilirdi. Yabancı yavaş yavaş uyumlanır ve yeni gelenler yerleşimin alışagelmiş kalıplarına girerlerdi. Evler hem yaşamın hem törenin mekânıydı ve bir eve kabul edilmek gerçek bir kabul ve güven işaretiydi. O çatıdaki aralıktan içeri girmek demek, aynı zamanda topluma dahil olmakta demekti.


Bilinmez ve ufak herhangi bir kabilenin, yeni fikirleri birbirine yaslanan kerpiç tuğladan yapılmış derme çatma köy evleri şeklinde başlayan yaşamları, zaman içerisinde yöreye ve insanlara uyum sağlayan yeni ailelerin eklemlenmesiyle genişleyip, pek çok evi yapıyı kapsayan bir yerleşime dönüştü. Yatayda aileden aileye, dikeyde ise kuşaktan kuşağa aktarılan yöntemlerle yerleşim gelişti. Daha da ilerleyen zaman içerisinde ise, hep söylediğim şekliyle tarımın düzenli üretime dönüşmesi, evcilleştirilmiş hayvanların varlığı ve çömlekçilik, obsidiyen alet üretimi, dokuma artışı yerleşimi farklılaştırdı ve kentsel bir niteliğe kavuşturdu.


Evler bitişik sıralar hâlinde inşa edilmiş olduğundan sokak yerine çatı üstlerinde var olan bir dolaşımdan bahsedebiliriz. Evlerin penceresi yoktu doğal olarak, girişler çatı merdivenleri marifetiyle sağlanır ve iç mekânlarda açıklıkların eksenine denk gelecek şekilde yapılan ocaklar günlük yaşamın odağını oluştururdu. Yapı malzemesi çoğunlukla güneşte kurutulmuş kerpiç tuğla, saz, çalı çırpı, ahşap destekler ve çamur sıvaydı. Evlerin iç duvarları hayvan ve insan resimleriyle süslenmiş olurdu. Dini eylemler, gündelik işler ve evin tabanına bacaklar karına çekilmiş şekilde gömülmüş olan atalar ile aynı mekân içinde yaşanırdı.


Eşitlikçi, kadınlar ve erkekler arasında ayrışmanın olmadığı bir toplumsal düzen olduğu tahmin edilmektedir. Toplumun sosyal ve yönetimsel yapısı kimseye önderlik, liderlik vermediği gibi, bunun yerine aile temelli ama sürekli iletişim içinde bir sosyal yaşam hayal edilmelidir. Ayrıca ailelerin üretim fazlaları önce iç ve sonrasında ise yerleşim dışı değişimi ve dolayısıyla ticari ve kültürel etkileşimi sağlamıştır.


Çatalhöyük surlarla çevrili bir yerleşim değildi, aslen böyle bir savunma ihtiyacı da yoktu zaten. Ancak tehlike başka yerden geldi ve su kaynaklarındaki yerleşim açısından olumsuz kabul edilecek değişimler yerleşimin, günümüzden yaklaşık sekiz bin yıl önce aşama aşama terk edilmesine sebep oldu. Yaklaşık bin beş yüz yılı aşan bir hikâyenin de sonu gelmiş oldu.


Son bir cümle ile bitirelim; her ne kadar zeki bir ırk dahi olsak, kendisini mahvetmek için elimizden geleni yapıyor dahi olsak, doğanın hükümranlığı daimidir bu gezegende.


Yorumlar


Bana Bir Mesaj Gönder, Düşüncelerini Bana Bildir

© 2025 Mühendisin Not Defteri. Wix tarafından güçlendirildi ve güvenli hale getirildi.

bottom of page