Tufan
- Serdar Anıl

- 12 Eyl
- 3 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 21 Eyl

Adam sabah daha gün ağarmadan uyandı. Toprağa dokunduğunda nemliydi, ama yağmur değildi buna sebep. Son zamanlarda denizin sesi eskisinden farklı, gürültüsü neredeyse ürkütücüydü. Eskiden dalgalar uzaktan gelip kıyıda kırılır, sonra geri çekilirdi. Ama şimdi sanki meydan okur ve toprakla savaşır gibi üzerlerine geliyordu, köyün yamacına kadar ilerlemişti bile.
Aşağı köydekilerin hali gerçekten içler acısıydı. Deniz her şeyi yutmuş, sular altında bırakmıştı: evler, patikalar, o koca ağaçlar. Şimdilik adamın evinin önündeki ceviz ağacı ayaktaydı; kökleri günden güne daha derin suya gömülüyordu. Adam korkuyordu elbette, ama daha çok derin düşünceler içindeydi. Bu kadar büyük, sert ve kalıcı bir değişime karşı insan ne yapabilirdi?
Kaçtılar...
Boğulmak yerine herkes içerilere çekildi ve hikayeleriyle beraber oradan oraya savruldular. Bu topraklara yıllardır tutunan insanlar, hayatta kalma içgüdüsüyle dağlara doğru yol aldı. Suyun altında kalan köylerden uzaklaşırken ellerindeki az sayıda eşyaya sarıldılar.
Son Buzul Çağı’nın en derin döneminde, küresel deniz seviyesi bugüne kıyasla yüzlerce metre alçaldı. Bunun en temel nedeni, buzulların karalar üzerinde devasa su kütleleri olarak birikmesiydi. Okyanustaki su buharlaşıp karalara yağdı, soğudukça buzulları oluşturdu ve geriye dönemeyen bu su deniz seviyesini düşürdü. Bu süreç boyunca kıyı çizgileri kilometrelerce açığa taşındı, denizler çekildi.
O çağda Akdeniz hâlâ bir denizdi ama onun kuzey havzaları daralmış, ya tuzlu ya da tatlı su göllerine dönüşmüştü. Marmara bölgesinin İstanbul ve Çanakkale boğazları ise bugünkünden çok daha dar, hatta bazen kuru geçitlerdi. Karadeniz ise tuzlu deniz özelliği olmayan bir tatlı su gölüydü.
Sert çevre koşulları, insan için avcı-toplayıcı düzen hayatının esasını oluşturuyordu. Su kenarlarına, vadilerin ağızlarına ve yüksek platolara barınaklar kurdular. Bazıları çadırla yaşadı, bazıları taş duvarlı geçici yapılar inşa etti. Mağara ve kaya oyukları da sığınak oldu. Kalıcı yerleşimler yerine mevsime bağlı kamp alanları tercih ettiler. Hayat, hareket ve av peşinde koşmak üzerine kuruluydu. Bugün bugün, yarına yarın bakarız.
Yaklaşık on iki bin yıl önce ise iklim ısınmaya başladı ve buzullar hızla eridi. Birikmiş buzulların erimesiyle yükselmeye başlayan deniz suyu seviyesi, beş bin yıl içinde bugünkü düzeyine ulaştı. Deniz, düşük kaldığı vadileri ve geçitleri tekrar doldurdu. Böylece Cebelitarık, Çanakkale ve İstanbul boğazları sular altında kaldı. Bu boğazların açılması, Atlas Okyanusu, Akdeniz, Marmara ve Karadeniz havzalarını birbirine bağladı.
Cebelitarık Boğazı’nın sığ eşik derinliği, Akdeniz ile Atlas Okyanusu arasında su alışverişini belirleyen kritik bir eşikti. Okyanus tarafında eriyen buzullar deniz seviyesini yükselttikçe su yavaşça bu eşiği aştı. Zamanla okyanus suları Akdeniz havzasını tamamen doldurdu. Akdeniz’in tuzluluk oranı ve kıyı ekosistemleri bu doluşla hızla değişti.
Akdeniz su seviyesi yeterince yükseldiğinde, Ege’nin suları Çanakkale Boğazı’ndan Marmara’ya aktı. Marmara havzası gölden deniz kimliğine büründü. Marmara’daki yükselen sular İstanbul Boğazı’nı da aşıp Karadeniz havzasını doldurmaya başladı. Tatlı su gölü olan Karadeniz’e aniden tuzlu su doluşu yaşandı. Bu ekolojik şok, bölgenin karakterini derinden etkiledi.
Antik Yunan toplulukları, Akdeniz’in hızlı doluşunu doğal bir olaydan çok tanrısal bir eylem olarak yorumladı. Poseidon’un öfkesi dalgaların kabarması ve kıyıların yutulmasıyla özdeşleşti. Deniz seviyesinin yükseldiği dönemlerde tanrıya tapınaklar dikildi. Fırtınalar dindikçe ve sakin sular yollandığında boğa ve at kurbanları adandı. Bu ritüeller, deniz tanrısının öfkesini yatıştırma yolu oldu.
Mezopotamya’da Utnapiştim’in tufandan korunmak için inşa ettiği gemi, Tigris ve Fırat’ın taşkınlarına dair kuşaktan kuşağa aktarılan hikâyelerden beslenir.
Nuh’un gemisi ise yedi gün yedi gece süren yağmurların ardından Cudi Dağı’na oturur. Bu ortak öyküler, farklı coğrafyalarda su yükselişini insan kibri veya tanrıların öfkesiyle ilişkilendirir.
Anadolu’nun bataklıklarından Karadeniz havzasına su doluşu, yaklaşık sekiz bin yıl önce yaşanan trajik göçlere ilham kaynağı oldu. Göç eden topluluklar kuşaktan kuşağa ve elbette biraz da köpürte köpürte dehşet dolu anılarını aktardılar. Bu coğrafi şok, tüm bölge kültürlerinde “Büyük Tufan” motifine dönüştü. Ortak hafıza, deniz seviyesindeki keskin yükselişlerin efsaneleşmiş hikâyelerini, suyun arındırıcılığı yanındaki yıkıcı gücünü ve kahramanlarını yaşatıyor.
Bu anlatılar, coğrafi gerçeklerin efsaneleşmiş yüzlerini sunar. Jeolojik süreçlerin yarattığı su taşkınları, insan topluluklarını hem çaresiz bırakmış hem de yeni yaşam alanlarına yönlendirmiştir.
Cebelitarık, Çanakkale ve İstanbul boğazlarının ardı ardına kırılması, evrensel felaket ve yeniden doğuş temalarını pekiştirdi. Su taşkınları, insanlık tarihinin ortak felaket ve umut öykülerine dönüştü. Böylece jeoloji ve mitoloji iç içe geçmiş oldu.







Yorumlar